23 Nisan 2013 Salı

Hat Sanatı


"Hüsn-i hat, Kur’ân-ı Kerîm harflerini estetik ölçülerine bağlı kalarak en güzel bir şekilde ve sanatlı olarak yazmak demektir. Yâni hüsn-i hat, Kur’ân-ı Kerîm’i ona lâyık bir güzellikle yazma gayret ve rikkatinden doğmuş müstesnâ bir sanattır."




http://imandanihsanatasavvuf.darulerkam.altinoluk.com/1bolum/f-tasavvufun-diger-ilimlerle-munasebeti/4-tasavvuf-ve-guzel-sanatlar/c-husn-i-hat/




Tasavvuf ve Musiki


Tasavvuf ve Musiki

Sanatı tasavvufi bir bakış açısıyla tanımlamak gerekirse; insan kalbinin, ruhunun ve hissettiklerinin göze hitap eden bir şekile getirilmesi olduğu söylenebilir. Bütün sanatlar, en başta insan ruhundan ve doğasından doğar. Tasavvufta da sanatta kullanılan incelik ve zerâfet, ruhi derinlikle paralel kabul edilir. Tasavvuf inancının Anadolu’da yayılmasıyla beraber o dönemlere ait güzel sanat eserlerinde de tasavvuf ve Allah’a olan hayranlık duygusu hakim olmuştur.  Bu etki en güzel biçimde musiki dalında incelenebilir.
Mutasavvıflar da mûsikînin (müziğin) bireyler üzerindeki etkisini, İslâmî kurallar dâhilinde, Allah sevgisini desteklemek ve Allah’a ulaşma yolunu hızlandırmak üzere kullanmışlardır. Tekke edebiyatında da olduğu gibi, sanatın nefse hitap eden yönünü silip, insan ruhuna gıda olabilecek bir amaç kazanmasını sağlamışlardır. Bu amaca uygun olanları teşvik etmiş, uygun olmayanları ise reddetmişlerdir.


Tasavvuf müziğini başlıca iki türe ayırmak mümkündür. Birincisi halkın yaptığı ibadetlerde kullandığı tür; daha çok Alevi’lerde görülen türdür. Diğeri ise; Tekkelerde yapılan, Bektaşi, Mevlevi, vb. tarikat müzikleridir. Mevleviler namaz dışında sema ile ayrıca müzikli ibadet yaparlar. Ayin denilen bu besteler, her birine Selam denilen dört kısımdan meydana gelir. Genellikle Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin şiirlerinden seçilen güfteler vardır. Mevlana’nın şiirleri Mesnevi veya Divan-ı Kebir isimli eserlerinden alınır. Bu şiirler Farsça olduklarından, ayin güfteleri de Farsça’dır.

Ayinler dört kısımdan oluşur. Bunlara; birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü selam denir. Ayin sırasında dönen yani sema eden dervişlere Semazen, çalan ve okuyanların oturduğu yere Mutrıb; mutrıbdaki müzisyenlere Mutrıb Hey’eti denilir. Bu dansa eşlik edip Ney çalanlara Neyzen; kudüm çalanlara Kudümzen; ayin okuyanlara Ayinhan; nat okuyana Na’t-han denir. Gerek tekkelerde gerek tasavvuf yolunun her aşamasında müziğin yeri büyüktür, çünkü müzik ruhun gıdasıdır.
Güzel bir tasavvuf musikisi örneği:

Önder Aksoy ile Röpörtaj


Tasavvuf anlayışını daha iyi anlamak  için okulumuzun Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni Önder Aksoy ile bir röpörtaj yaptık. Kendisine bilgilerini bizimle paylaştığı için çok teşekkür ederiz.


Soru: Tasavvuf anlayışı ve İslam dini arasındaki farklar ve benzerlikler nelerdir?

Önder Aksoy: Tasavvuf aslında İslam dininin mistik yönünü oluşturuyor. Hz.Muhammed'inbir takım özellikleri var, sade bir yaşam sürüyor. Züht deniyor tasavvufta buna. Yani varlığını insanlarla paylaşıyor, yardımsever bir insan, cömert bir insan, zenginliğe ve şöhrete önem vermiyor, bütün insanlığın mutluluğunu isteyen bir özellik taşıyor. Dolayısıyla mutasavvıf özellikler ikinci asırda, Hasan Ali Basri adında büyük bir bilge insanın öncülüğünde başlanmış bir harekettir ve Hz. Muhammedin bu yönünü ön plana çıkartarak islam dininin sevgi boyutunu yaşayan kisilerden oluşur. Aslında bir protesto hareketi tasavvuf. İlk dönemde Müslümanlar fakir bir yaşam sürerlerken sonraki dönemlerde fetihlerle birlikte büyük zenginliklere ulaştılar ve ardından da şöhretin, paranın peşine koşan insanlar oldu. Hasan Ali Basri, "Bu parayı ve söhreti sadece kendiniz için istiyorsunuz. Oysa din bunu bizden istemiyor. Hz. Muhammed bu şekilde yaşamadı. Bize bir hırka bir lokma yeter." dedi. Mutasavvıflar yünden yapılmış hırkalar giydiler. Suf deniyor onlara. Ve protesto ettiler yaşam tarzını. Çünkü insanların bir kısmı çok zengin ve refah içinde yaşarken halkın çoğunluğu sefalet içinde yaşıyordu.

Soru: Tasavvufun  son aşamasında bazı Tanrıya ulaşanlar “En-el Hak” diyorlar. Bu yüzden de bazı din adamları tasavvufa karşı çıkıyor. Bu konu hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?

Önder Aksoy: Tasavvufta nefsin bir takım tabakalardan oluştuğu ifade ediliyor. Bunlardan bir tanesi Kamile. Kamile tanrıyla bütünleşme demek. Yani insanın kendini hiç hissetmesidir. “Ben yokum, o var.” Anlamına geliyor.

Soru: Bu yanlış anlaşılıyor değil mi?

Önder Aksoy: Tabi ki özellikle cahil insanlar tarafından medrese hocaları ve medrese eğitimi görmüş insanlar tarafından eleştiriliyor ve “Sen kendini Tanrı mı zannediyorsun? Sen nasıl Tanrı olabilirsin?” diyorlar. Çünkü bu Hinduizm'deki panteist düşünce ile karıştırılıyor. Panteist felsefede evrenin bütün parçaları Tanrı’nın parçaları olarak kabul ediliyor. Bu yaklaşım İslam açısından yanlıştır. Çünkü İslam’da “En-el Hak” da kişinin kendini yok sayması, Allah’ı var kabul etmesi var. Bir de evrendeki her bir görünen görünmeyen canlı cansız varlığın Tanrı’nın tecellisi şeklinde bir algılama var. Oysa panteist felsefede her şey Tanrı’nın kendisidir.

Soru: Tasavvufun günümüzde etkileri nelerdir?

Önder Aksoy: Günümüzdeki etkisi özünden uzaklaşmış durumda. Zaten tekke ve zaviyelerin kapatılması dönemine baktığınız zaman (1925) tekke ve zaviyeler tamamen tembel, uyuşuk, kafası çalışmayan insanların toplandığı mekanlar haline gelmişti. Dolayısıyla da çok doğru bir kararla kapatıldılar. Çünkü önceki dönemlere baktığımız zaman tasavvuf bilgi ve çok iyi bir eğitim gerektirdiği için entellektüel insanların uğraştığı bir alandı. Çok hassas konularla uğraşıyolar. Bunları anlamak, kavramak, idrak edecek bir zeka gerekiyor. Bunlar yoksa bu kişi sadece kuru taklit yapar. Bu, o kişiyi saçma uygulamalara götürür ve bu da dinin istediği bir şey değildir. Bu yüzden tekke ve zaviyeler kapatıldıktan sonra Türkiye’de bu sefer cemaatler başladı. Cemaat ve tarikat farklı şeylerdir. İçerik olarak benzer yanları vardır. Fakat cemaatlerin tasavvufi yönleri yoktur. Dolayısıyla bu Türkiye’de yer altına çekildi. Bu insanlar bunları  legal olmadan devam ettiriyolar. Ne kadar sağlıklı olduğu tartışılır.

Soru: Hala mutasavvıflar mevcut mu?

Önder Aksoy: Evet. Tasavvufta yol göstericilere mürşid deniyor. Bu kişilerin çok iyi bir eğitim alması gerekiyor ve bir mürşid tarafından yetiştirilmesi lazım. Usta- çırak ilişkisi şeklinded. Böyle bir eğitimden geçtikten sonra tarikatın başına gelmesi söz konusudur ve bir zincir olması gerekiyor. Günümüzde bunların hiçbir tanesinde bu yapı yok. Çok zeki bir insan tarikatin içine girip sonra hemen mürşid olabiliyor. Böyle bir mürşidin ne kendine ne tarikatteki insanlara bir faydasi vardir.  O yüzden de düzgün bir insan yetişmiyor. Oysa baktığımız zaman Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, yüzlerce bilge insan tarikatlerde yetişmiştir. Tasavvu edebiyatını düşünün. Edebiyattan tasavvufu kaldırdığınızı düşünün. Geriye hiçbir şey kalmaz. Fakat günümüzde maalesef olumsuz bir tabloyla karşı karşıyayız.

Soru: Sanata yani müziğe, filmlere, güzel sanatlara tasavvufun bir etkisi olmuş mudur?

Önder Aksoy: Mutasavvıflar çok hassas insanlardır. Edebiyatla, sanatla uğraşırlar. Bunların sebebi de Tanrı’nın yarattığı her şeyin güzel, estetik olduğuna inanmalarıdır. O estetik sese, müziğe yansıyor. Dolayısıyla müzikle uğraşıyorlar ki o estetik de göze duygulara yansısın. Mutasavvıflar mutlaka bir sanatla uğraşırlar. Örneğin, hat ve minyatür sanatı ile.

Soru: Resim ve tablo yok değil mi?

Önder Aksoy: Evet, tablo yerine minyatürle uğramışlardır. Minyatür 2 boyutludur. Resimdir aslında. Fakat resme olumsuz bir yaklaşımları vardır. Bu da yine medreselerdeki bakış açısındandır. 2.dönemde medreselerden pozitif bilimler çıkartılmıştır. Sadece dini ilimler öğretilmiştir. Bu da beraberinde “Din dışındaki her şey anlamsızdır.” düşüncesini getirmiştir. Dolayısıyla bu işlerle uğraşan insanları da aşağılamışlardır. Bu yüzden de insanlar korkularından resim yapamamış, müzikle uğraşamamışlardır. Devlet de genelde medreseyi dikkate aldığı için olumsuz tabloyu maalesef ortaya çıklarmışlardır. Yani resme olumsuz bakılmasının temel sebeplerinden biri de medresedeki bu yapının bozulmasıdır.

Soru: Tasavvuf edebiyatının batıya bir etkisi var mı?

Önder Aksoy: Batı’da klasiklerle karşılaştırdığımız zaman farkı görebiliyorsunuz. Mesela bir insan sadece batı klasiklerini okumuş. "Müthiş eserler!" diyor. Öyleler de gerçekten. Ama aynı dönemde doğu klasiklerine bakın, mutasavvufların yazmış oldukları eserlere bakın. Gerçekten aralarında çok önemli farkları görebileceksiniz. Tabi ki bu eserler batıyı da etkilemiştir. Zaten birçok batılı yazarı İbni Sina, Farabi, Mevlana, Yunus Emre gibi kişiler etkilemiştir. Bu insanların felsefeleri çok iyi biliniyor. Fakat biz bunun farkında değiliz ne yazık ki. Bir örnek vereyim. Bir batılı “Batı klasikleri bir cevizin etrafında cevizin içine ulaşmaya çalışıyor. Fakat kabuğu geçemiyor. Doğu klasikleri (mutasavvıflar) cevizin içinden bahsediyor. Okuduğunuz zaman cevizin içini yemiş oluyorsunuz. Yolları aynı ama bir tanesi içinden bir tanesi dışından.” diyor. Böyle bir yaklaşım var. Tabi ki karşılıklı bir etkileşim var. Bir de bu mistik yön sadece tasavvufa ait bir şey değil. Uzakdoğu felsefesine bakın (mesela budizm) tamamen bu felsefe üzerinedir. “8 dilimli yol” vardır. Nefsin tabakaları ise 7 tanedir. 7 rakkamı aslında değişebilir. Yani evrenin devam ettğiini gösterir.  Evren 7 günde yaratılmış, gök 7 katmanlı vs. Fakat bu devam ediyor. 8, sonsuzluğu ifade eder. Şekline bakın (oo), o da sonsuzluğu ifade ediyor. 8, olgunluk anlamına geliyor. İşte bu da “7 dilimi  geçtiğiniz zaman “nirvanaya” ermiş oluyorsunuz.” diyor. 8’e aslında biz “En-el Hak”, onlar “nirvana diyor. Cenneti sembolize ediyor. Cehennem 7, cennet 8 tabakadan oluşuyor. Yani cehenneme giden kişinin kurtulma ihtimali var. Çünkü 7 devam eder. Cennete gidildiği zaman sonsuzluk elde edilmiş oluyor. Birçok kültürde 7 ve 8 benzer anlamlara gelir. Uzakdoğu, Batı ve Doğu kültürlerinde farklar ve benzerlikler aynı. Mesela eski Türk İmparatorluklarında yıldızlarında 8 köşeli yıldızlar kullanılıyor. Yani imparatorluklarının sonsuza kadar olacağını söylüyor. Selçuklar’daki yıldız 8 köşelidir, örneğin. Benim ilgimi çok çeken bir şey daha var. Bursa’da Orhan Gazi’nin türbesi var, Osmanlı Devleti’nin kurucusu. “Benim türbemi 8 köşeli yapın.” demiş ve türbe şuan 8 köşe üzerinedir. Osman Gazi’ninki karedir, onunki sekizgendir. Bu yaptırmasının sebebi bu toprakların onların olacağına inanmasıdır. Böyle bir felsefeyle devleti kurmuş ve o devlet de 600 yıl Dünya’ya hükmetmiştir. Böyle de ilginç bir hikaye var.


Tasavvuf Edebiyatı'nda Yunus Emre


Tasavvuf edebiyatının önemli isimlerinden biridir Yunus Emre.  Hayat hikayesini tam olarak bilmesek de eserlerindeki bilgilerden XIII. Yüzyılın ikinci yarısıyla XIV. Yüzyılın birinci yarısı arasında yaşadığı çıkarılabilmektedir. Buna göre Yunus Emre’nin çocukluğu ve gençliği Anadolu Selçuklularının yıkılış zamanına ve beyliklerin ortaya çıktığı döneme rastlarken olgunluk ve yaşlılık devresi ise Osmanlılar’ın kuruluşunun ilk yıllarında geçmiştir. (Bayrakdar, 4) Yunus’un hayatı siyasi ve ekonomik açıdan Anadolu Türk Tarihi’nin karmaşık bir dönemine denk gelmiş olsa da kültürel bakımdan zengin bir devirde yaşamıştır. Bu dönemde tasavvuf ekolü Ahmet Yesevi gibi mutasavvıfların etrafında Anadolu’da yayılmaktaydı. Yunus Emre de 20-30lu yaşlarda tasavvufa merak salmış, dini ilimlerle birlikte felsefe ve mantık öğrenmiştir.

Yunus Emre’nin eserlerinde “aşk” işlenen önemli temalardan biridir. Yunus’a göre tanrısal aşk en üst mertebededir ancak hayatta her şeyin, doğanın, insanın, yaradılışın da aşk olduğunu savunur. Yunus Emre aşkı veya kendi değişiyle ışkı, şöyle anlatmaktadır:

Dürlü dürlü cefânun adını ‘ışk virmişler
Bu cefâya katlanan dosta halvet irmişler

‘Işk durur âfet belâ döndürür hâlden hâle
Dost elinden piyâle hoş melâmet olmuşlar.”

“İşidün iy yarenler kıymetli nesnedür ışk
Değmelere bitimez hürmetlü nesnedür ışk

Hem cefadur hem sefa Hamza’yı atdı Kaf’a
Işk iledür Mustafa devletlü nesnedür ışk.”

Burada Yunus Emre hem cefanın, eziyetin hem de sevincin, neşenin aşk olduğunu söylemektedir.


Görünen her şey Tanrı’nın aşkının bir tecellisidir. Varlıkların ve insanların özünü oluşturan Tanrı’dır ve insan bu öze ulaşmaya çalışır. Dünyevi varlıkların hepsi Tanrı ile insan gönlü arasında bir geçittir. İnsan, bu geçitleri aşıp Tanrıya ve aşka ulaşmayı hedefler. Tanrı aşkı yolunda diğer tüm maddi şeyler önemini yitirir. İnsan ne kadar maddi dünyadan uzaklaşırsa aynı ölçüde olgunlaşır, İnsan-ı Kamil olma yoluna girer. Kişi bu yolda asıl benliğini bulur. Yunus’un Tanrı’ya ve insana olan aşkı dönemin önemli ülkülerindendir.

Yaratılmışı severiz
Yaradandan ötürü

Ben gelmedim dava için,
Benim işim sevi için

Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu âlem birdir bize

Mutasavvıflara göre ölmeden önce ölünmelidir. Yani aşk için bedenin ölmesi soylu bir şeydir. Öyle ki sufiler bu ölüme özlem duyar çünkü bedenin ölmesi aşkın sonsuzluğuna ulaşmada atılan bir adımdır. Yunus Emre bunu şöyle dile getirmiştir:

Gelin bugün yanalım yarın yanmamak için
Ölelim ölmez iken yine ölmemek için.

Ölmeden önce ölmek kıymetlidir. Beden, manevi aşkın yanında sadece bir araçtır.

Ölmeden önce ölmedin, aşk neylesin senin ile

Yunus’un şiirlerinde ışık Tanrı’nın ve aşkın aydınlığını temsil eder. Güneş, bir ışık ve aşk kaynağı olarak, Yunus Emre’de güçlü bir imge ve simgedir.

Seni gördüm Güneş gibi, cennet bana zindan gibi.
Kaynaklar: 


Bayrakdar, Mehmet, Doç. Dr. Yunus Emre Ve Aşk Felsefesi. N.p.: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1991. Print.
Halman, Talat. A'dan Z'ye Yunus Emre. N.p.: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret Ve Sanayi A.Ş., 2003. Print.